arapça neyimiz olur
Kur’an-ı Kerim başta olmak üzere temel kitaplarımızın Arapça olmasının yanında, Arapça tarih boyunca farklı müslüman toplumları birbirine bağlayan çok önemli bir köprü olmuştur. Aynı zamanda ilim ve kültürümüzün göz ardı edilemeyecek bir unsurudur. Nitekim tarihten devraldığımız en kıymetli mirasımızın başında, alimlerimizin müslüman kimliğimize kaynaklık eden eserleri gelir.
Osmanlı zamanında İstanbul sokaklarının birinde, gecenin zifiri karanlığında yürüyen adam, karşıdan gelen adımlardan tedirgin olur. Daha yaklaşmadan adımların sahibine;
– Eyne, kücâ, kançaru? diye sorar.
Karşıdan hiç beklemeden;
– Fevka, bâlâ, yukaru! cevabını alır.
Soruyu soran kişi sırasıyla Arapça, Farsça ve Türkçe olarak “Nereye?” diye sormuştur. Üç dilde sormasının sebebi, gelen kişinin mutlaka bu üç dilden birini biliyor olma ihtimaliyle alakalıdır.
Cevap veren adam da üç dilde birden cevap vermekle kalmamış, soruyu ilk soranın aruz ile kurduğu vezne, yine aynı vezinle karşılık vermiştir.
Bu kıssa, bilenler tarafından yeri geldikçe Osmanlı’daki ilmî seviyenin ne derece halka indiğini göstermek için kullanılır. Gerçekten de bir asır öncesine kadar Osmanlı’da okumuş denilen hemen herkes Arapça ve Farsça da bilmekteydi.
Mesela ana dili Türkçe olan Merhum Ömer Nasuhi Bilmen daha on üç yaşında iken Farsça şiirler yazarak küçük bir divan tertip etmişti. Yine aynı yaşlarda ileri seviye Arapça metinleri çözecek kadar Arapça biliyordu. Tabii sadece Arapça ve Farsça değil. Küçük yaşlarda kaybettiği babasını yâd etmek için uzun bir Türkçe şiir de yazmıştı.
Arapların dışında Fars, Kürt ve Türklerin müslüman olması Hz. Ömer r.a. devrine kadar dayanır. Orta Asya’da olmaları hasebiyle toplu müslüman olmaları bir iki asır daha geç olsa da, ilk asırlardan itibaren Türklerin de müslüman oldukları kaynaklarda mevcuttur.
Arapların “Acem” dedikleri bu kavimler sadece müslüman olmakla kalmamıştır. Onlar da sahabe ve tâbiîn neslinin ideallerini üstlenmişlerdir. Hem yüce dinimiz İslâm için mücadele etmişler, ilâ-yı kelimetullah bayraktarlığı yapmışlar, hem de Kur’an ve hadisleri öğrenmek için Arapçayı öğrenmişlerdir. Öyle ki daha bir asır geçmeden İslâmî ilimlerde söz sahibi büyük alimler çıkarmışlardır.
Nitekim Acem coğrafyasından, yani İran ve Maveraünnehir’den büyük hadis, tefsir, fıkıh alimleri çıkmıştır. İslâm dünyasında hadis ve fıkıhta imam olarak kabul gören Buharî, Tirmizî, Dârimî ve Maturüdî gibi alimlerimiz bu coğrafyadan çıkmıştır.
Sadece hadis, fıkıh ve tefsir alanında değil, Arap dili ve edebiyatı alanında da imam kabul edilen alimler yetişmiştir. Zemahşerî, Sibeveyh ve Teftazanî sarf ve nahiv alanında söz sahibi alimlerdir. Nitekim aslen Türk olan Zemahşerî’nin Mekke’de Ebû Kubeys Dağı’na çıkarak; “Ey Araplar, gelin atalarınızın dilini benden öğrenin!” dediği kaynaklarımızda nakledilir. Arapçaya vukufiyetiyle yazdığı “Keşşâf” adlı tefsiri de alanında tek kabul edilmiştir.
Arap toplumları dışından o kadar çok alim yetişmiştir ki, onların yaşadığı kimi coğrafyalar ilim diyarı olarak bilinmiştir. Nitekim büyük tarihçi ve sosyolog İbn Haldun, “Mukaddime”sinde niçin alimlerin daha çok Acem coğrafyasında yetiştiğiyle alakalı bir bölüm açmış ve bunu çeşitli sebeplerle izah etmiştir.
Aslında gerçek şudur ki, bütün müslümanlar tarih boyunca Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifleri anlayabilmek, İslâm’ı bihakkın öğrenebilmek için Arapça temelinde etkili ve yaygın dinî tedrisat yürütmüşlerdir. Ayrıca tasavvuf ve edebiyat dili olarak da Farsça yaygınlaşmıştır. Zamanla Arapça, Farsça ve Türkçe müslümanların üç ortak dili haline gelmiştir. Nitekim Şeyhülislam Ebussuud Efendi oğlu Nuh’a manzum olarak şöyle nasihat eder:
“Râhat-ı rûhum dilde fütûhum
Oğlum Nûhum ba’de selâmi.
İlme harîs ol şuğle enîs ol
Ehl-i celîs ol görme melâmı.
Farsîyi gör bil ehlin ara bul
Efsâh-ı nâs ol ‘ırb-ı ‘ucâmı”.
Yani “Ruhumun huzuru, gönlümün sevinci oğlum, Nuhum! Selamdan sonra… İlme istekli ol, çalışmaya alışkın ol, insanlara karış, meclis ehli ol, ayıplanma. Farsçayı bil, ehlini ara bul öğren. Arapça ve Farsçada insanların en güzel konuşanı ol.”
Daha bir asır öncesine kadar Afrika’nın içlerinden Sibirya’ya, Hindistan’dan Macaristan’a kadar Türkçe, Farsça veya Arapça konuşarak seyahat edebilirdiniz. Bu diller hem resmi dil, hem de eğitim dili idi. Türkçe eserler İstanbul’da, Türkistan’da basıldığı kadar Kahire’de de basılıyordu. Aynı şekilde Arapça eserler de İslâm coğrafyasının her bir beldesinde, şehrinde yazılıyor ve okunuyordu.
Nitekim günümüzde Sırbistan’ın başkenti olan Belgrad’da yazılmış nice Türkçe, Farsça ve Arapça eser, günümüzde yazma eserler kütüphanelerinde mevcuttur. Özellikle Saraybosna’daki Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi’nde… Anadolu’nun köylerinde, kasaba ve şehirlerinde Arapça eserler yazan alimler vardı.
Daha bir asır öncesinde vardı bu alimler. Hatta 50’li, 60’lı yıllara kadar Osmanlı bakiyesi böyle alimler mevcuttu. Müslümanlar aynı dillerle yazıyor, aynı dilleri konuşuyor, birbirlerini gayet iyi anlıyorlardı. Bir İslâm aliminin yazdığı eser çok geçmeden diğer coğrafyalara yayılıyordu. Bu durum öyle parlak devirler için değil, Birinci Dünya Savaşı öncesinde bile öyleydi.
Evet, aramıza sınırlar girdi. Ya zorla konuldu bu sınırlar ya da biz koyduk. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İslâm coğrafyası tarumar edildi. Birkaç devletin olduğu yerde elliye yakın devlet kuruldu. Sınırlar çok geçmeden fitne ateşini yakacak biçimde çizildi.
Sadece sınırlara set çekmekle kalmadı Batılılar. Daha da önemlisi, İslâm toplumlarının kimlik kodlarıyla oynandı. Ortak düşünce ve duyguların önüne setler çekildi. Arap coğrafyası dışında, Arapça eğitim kaldırıldı, İslâmî ilimler okutulmaz oldu. Arap asıllı alfabeler birer birer terk edildi. Tarihle, kendi metinlerimizle irtibatımız kesildi. Tarih boyunca ete kemiğe bürünmüş, artık Türkçenin bir parçası olmuş Arapça ve Farsça kelimeler dilimizden atılmaya çalışıldı. Maalesef, nispeten başarılı da olundu.
Sadece bizim ülkemizde değil, Azerbaycan’da, Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Türkistan’da, Tataristan’da, Dağıstan’da, Çeçenistan’da, Bosna’da, Kosova’da, Arnavutluk’ta, Hindistan’da da aynısı yapıldı yahut yapılmaya çalışıldı.
Bir asır önce hangi İslâm ülkesine gidersek gidelim, oranın dilini bilmesek de binlerce ortak kelime üzerinden anlaşma imkanımız vardı. Bunlar ortak mirasımız olan Arapça ve Farsça kelimelerdi. Aynı şekilde Türkçe de Macaristan’ın, Sirbistan’ın, Mısır’ın diline işlenmişti. Günümüzde bile Macarcada altı bin, Sırpçada ise dokuz bin Türkçe kelime kullanıldığını dikkate alırsak, geçmiş asırları tahmin edebiliriz. Mısır sokaklarında da Arapça Türkçe karışık bir dilin günümüzde bile konuşulduğunu biliyoruz.
Bütün bunlar aramızda sınırlar yokken, dillerimiz bizimken böyleydi. Bu sadece Arapça’nın hükümranlığı değildi. Bütün diller birbirinden istifade ediyor, kültürel sınırları eritiyor, kardeşlik bağları kuruyordu.
Elbette Arapça Kur’an diliydi, yeri ayrıydı. Farsça tasavvuf gülistanın bülbülüydü. Onun da yeri ayrıydı. Türkçe de bu iki okyanusla karışarak çok daha farklı bir lezzete kavuşmuş, kendine has güzelliğine Arapça ve Farsça ile yepyeni derinlikler kazandırmış, çok yönlü bir dil olmuştu.
Tarihî süreç içinde dillerin birbirine akan nehirler gibi karışıp kaynaşması insanlığın tabii bir halidir. Avrupa’da Anglo-Sakson ve Latin kökenli diller birbirine karışmıştır. Asırlara dayanan komşuluk ve ortak Hıristiyanlık mirasının neticesidir bu. Bizim de İslâm kardeşliğimiz dillerimizi kardeş kılmış, etle tırnağa dönüştürmüştür.
Aramıza her ne kadar sınırlar girse de, kültür ve hayat radikal değişikliklere uğrasa da bizim Arapça ile bağımız tam olarak kesilememiştir. Elhamdülillah. Yeni imkanlarla müslüman toplumların birbirleriyle alakası arttıkça bu bağ daha da güçlenecektir inşallah.
Bu yıl ikincisi tertip edilen “Türkiye Arapça Kitap ve Kültür Günleri” bu bakımdan son derece önemli. İlki geçtiğimiz yıl Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi ve Haşimi Yayınları tarafından düzenlenen ve Arap dünyasından birçok yayınevi ve alimin katılımıyla gerçekleşen etkinlik, bu yıl tarihî Sultan Ahmet Medresesi’nde İslâmî eserleri ve Arapça kitap severleri karşılayacak.
Bu seneki etkinliğin organizatörleri arasına İstanbul Sultanahmet Vakfı da katılmış. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı (TİKA) geçen yıl olduğu gibi bu yılki etkinliğe de destek veriyor. 17 – 26 Şubat 2017 tarihleri arasında düzenlenecek etkinlik bir yönüyle fuar, diğer yönüyle de onlarca ülkeden katılacak alimler sebebiyle bir ilim meclisi. “Mirasımıza sahip çıkıyoruz” mesajıyla yola çıkan Haşimi Yayınları, mirasa sahip çıkan yayınevleri ve bu mirasın taşıyıcısı olan alimlerle hedefe yürünebileceğini göstermek istiyor.
Geçtiğimiz yıl ulusal ve uluslararası basın kuruluşlarının büyük ilgisiyle karşılaşan ve özel yayınlar, kısa belgeseller, röportajlarla büyük bir kitleye ulaşan organizasyon, bu yıl da Arapça’nın İslâm dünyası ve Türkiye için önemini vurgulamaya devam ediyor. Bunun yanında mülteci durumunda olan Suriyeli kardeşlerimize, özellikle Suriyeli çocuklara özel etkinlikler içeriyor. Geçtiğimiz yıl Arapça Kitap ve Kültür Günleri kapsamında ücretsiz dağıtılan 10 bin Arapça çocuk dergisi, bu yıl çok daha fazla Suriyeli çocuğa ulaşmayı hedefliyor.
Arapça’nın neyimiz olduğunu bilen ve bilmeyenlere fark ettirmeyi amaçlayan bu tarz etkinlikler son derece kıymetli. Yaygınlaşmasını, büyümesini ve güçlenmesini temenni ediyoruz.
Kaynak: semerkanddergisi.com